31 Mart 2012 Cumartesi

'Dört günlük bir şey'

Tanışmak, tanımak, tanıdığını sanmak ve tanıyamamak kavramlarıyla karışmıştı kafam. Bu dört aşamayı bir çırpıda, hızlıca yaşayıvermiştim. Karşılaştığımızdan bu yana tam altmış dokuz gün geçmişti. Altmış dokuz defa aynı cümleyi kurmuştum; 'tekrar karşılaşsak...' Ve yetmiş sayısını kutsal saymamın sebebi olarak çıkıverdin tekrar karşıma. Yetmişinci günün on yedinci saati ben dördüncü kez aynı sokaktan geçerken rast gelmiştik. Soğuktan kurtarılmayı bekleyen bir minik serçeninkiler gibi parladı gözlerim. Sanki bir uçurtmanın tepesinde, güneşe doğru yol alıyordum ve yanımdan geçen bir kuştun sen, beni uzak diyarlara götüren... Bir cesarettir el uzattım sana. Sanki yaşayan ben değildim. Uzaktan izliyormuşum gibi geliyordu sesin, fısıltılar halinde kulağıma doluyordu. Bütün denizler gözlerime dolmuştu ve daha mavi bakıyordum sana. Mavi mavi ağlıyordum. Ve tanışmıştık...

Aradan geçen altı gün altı yıl uzunluğunda geçmiş, gelmene dakikalar kalmışken ben aklımı kaybediyordum. Bir dakika kaç saniyeydi? Üç dakika geçmişti, peki üçten sonra kaç gelirdi? Sanki herkesin gözü benim üzerimdeydi. İçimden çığlıklar atıyor, kimsenin duymamasını istiyordum . Bir bira ve bir bira daha içiyordum. Sen gelene dek daha sarhoş ve daha cesur olmalıydım. Oysa aldığım her yudum seni karıştırıyordu kanıma ve giderek heyecanlanıyordum. Sen kapıda göründün, ben bir anda yalnızlaştım. Sanki bu zamana dek senin dolduracağın bir yalnızlıkla yaşamıştım. Yeni bir gezegen kadar yabancıydın bana ve annemin kucağı kadar tanıdıktın da...

Sen anlatıyordun, ben bazen dinliyordum çoğu zaman da dinliyormuş gibi yapıyordum. Sen konuşurken ben seni kovalıyordum kiraz ağaçlarının arasında. Sen bir sokak müzisyeniydin, müziğinle sevişiyordun, bense sokaktan geçen bir yabancı, seni alkışlıyordum. Dört buçuk saat geçmiş, kalkma vaktim gelmişti. Yalnızca dört buçuk dakikadır yanımdaydın sanki. Tanrı bir mıknatıs koymuştu aramıza, bizse demir bilyelerdik. O olağanüstü çekimin farkındaydın... ya da ben öyle sanıyordum. Birbirimize gecemizin iyi olmasını diledik ve ayrıldık. Oysa o dakikadan sonra sensiz bir gece nasıl ve ne kadar iyi olabilirdi ki?

Sonra bir gece yarısı seninle aynı evdeydik, sen, ben, birkaç iyi arkadaş ve bütün dünya... Bir festival havasında müzikler çalınıyordu kulağıma. Sen kendini anlatıyordun, beni soruyordun, üşüyorduk, üşüdükçe birbirimize sokuluyorduk... Hala konuşuyorduk, saçımla oynuyordun, gözümün mavisine dokunuyordun, huzur veriyordun... Zamanın durmasını dileyerek uzandık yan yana. Sımsıkı sarıldın. Çok yorgundun, yorgunluğun bile dipdiriydi ama. Her hücremiz birbiriyle temas halindeydi sanki. Küçük bir kafesteydik ve hapsolmaktan çok memnunduk. Sen sabah kızıllığına dayanamayarak uyudun. Ben seni izledim. İnanamıyordum. Uyudukça daha sıkı sarılıyordun. Sen uyudun, ben seni izledim ve hiç gidilemeyen iklimlere gittim... Seninle tanışmıştım ve seni tanımıştım. Ya da ben öyle sanıyordum...

Sonra... Sonrası alışıldık sonlardan bir tanesi işte... Ben yaşadığımız her şeyin ancak bir Tanrı dokunuşuyla var olabileceğine inanırken, sen Tanrı'dan uzak dünyana çoktan dönmüştün. Zaman zaman seninle karşılaşıyor fakat artık sesinin cıvıltısını hissedemiyordum. Tenin benim dünyamdan soğumuş gibiydi. Yaşanılanları yaşanmamış sayıp üç cümlelik sohbetlere sığmıştık. Aslında... Belki de sen hiçbir şey yaşamamıştın. Yahut kiminle, nerede olduğunu düşünmeden yaşadığın dört günlük bir şeydi... Ve ben o dört günden sonra bir şarkı dinliyordum uzun uzadıya...

" Dört kısa günden bana
  Bir garip sızı kaldı
  Bir de deli özlemin "

Bir illuzyondu belki de, bir ufak sihirdi... Ben seni tanıyamamıştım, seninle birlikte bütün insanları da...

Ve hala tanışmak, tanımak, tanıdığını sanmak ve tanıyamamak cümleleriyle karışıktı kafam.

.                                                                                                               c.ö.

yeniden baslat