17 Şubat 2011 Perşembe

gelirsen..

Durduğun yer çok tehlikeli, Bir adım daha atarsan eğer, ölürüz. Bir adım daha atarsan eğer yine mahvolur her şey. Oysa henüz koymuştum her şeyi yerli yerine. Ve yerle bir edersen, mümkün değil koyamam artık.
Durduğun yer çok tehlikeli, bir adım daha atarsan eğer ölürüm. Bir adım atarsan eğer yine, yeniden girersin hayatıma. Oysa henüz çıkarmıştım seni hayatımdan. Girersen (mümkün değil) tekrar çıkaramam artık.
Zincirleri daha dün çıkardım
Gözlerim dünden beri görüyor ışığı,
Daha dün formatlandı zihnim,
Az önce vazgeçebildim ancak senden
Söndüremese de gözyaşlarım yangınını,
Küçülttü, günden güne azalttı.
Ama eğer tekrar gelirsen, tümden çöl olur ormanlarım
Denizimin tuzu savrulur gider.
Yaşım birden (birken) bin olur.
Sarıldığım düşler yok olur gelirsen, unuturum maviyi.
Gelirsen işte
Gelirsen çok çok ölürüm ben.
Durduğun yer çok tehlikeli, bir adım daha atarsan eğer, yine gelirim o soğuk o yalnız şehre. Oysa henüz atabilmiştim kendimi şehrin dışına. Gelirsen kaçamam bir daha.
Dur n’olur, gelme daha fazla, o çizginin bu tarafına geçme. Geçersen kocaman çukurlara düşerim ben. Yağmur yağar çok, sel olur. Her yer sen olur..  sessizlik gürültü dolar, kar siyah yağar, ben kaybolurum, güneş bir daha ısıtmaz, kırmızı başlıklı kız kurttan kurtulamaz.. Kalbim ıslanır ve bir daha hiç kurumaz. Daha çabuk yaşlanırım. Gelirsen hep huysuzlanırım..
Gelme işte.. Gelsen bile gelmeyeceksin çünkü biliyorum. Geldiğini düşündürteceksin bana, yalnızlığım daha da ıssızlaşacak ben öyle sanınca..
Şimdi kapıyorum gözlerimi. Son kez gel rüyama. Son kez seveyim seni. Ve o andan sonra… ve o andan artık bir daha hiç ama hiç gelme…

13 Şubat 2011 Pazar

maziden kalma bir şarkı...


Geri dönme isteğinin nefesimi sıkıştırdığı anlardan biri…
Şarkıların dili olsa.. sa.. sa.. Yankılanıyor kulaklarımda, gözlerim doluyor. Çok özlüyorum, çok kızıyorum, çok merak ediyorum, üzülüyorum, seviniyorum, çok özlüyorum…
Bilmiyorum ki neden doluyor gözlerim.
Altı üstü aptal bir filmin aptal bir parçasını izliyorum.
Altı üstü aptal bir fragman işte. Bir de marifetmiş gibi o aptal şarkıyı koymuşlar. Kim sevsin ki o şarkıyı, hangi aptal ona anlam yüklesin.
Ne diyor : “olamaz mı olabilir”.hayır. Olmaz işte olamaz.
Akşamlarının güzel olduğu eylüllerde geride kaldı zaten.
Biliyorum
E o zaman neyin üzüntüsü bu? Gözyaşı ne için?
Hiç işte.
Asıl aptal sensin. Hep kaybettin.
Zorundaydım.
Yalan söylemediğin kendin kalsın hiç değilse.
Yalan söylemiyorum. Zorundaydım.
Neden? Yüreğine sahip çıkmadığın için mi? Yoksa yeterince cesaretin mi yoktu?
Hayır işte. Anlamıyorsun. Israrcı olsaydım ikimiz için de daha kötü olurdu.
Neydi daha kötüsü Allah aşkına? Şu andan daha mı kötü?
Bilmiyorum…
Bilmiyorsun çünkü bilmemek işine geliyor, bilmiyorsun çünkü bildiğin cevap seni de korkutuyor.
Yapma n’olur yeter.
Yetmez, kaçırdıkların için üzül, yaşayamadıkların ve yaşayamayacakların için. Aptal bir filmin fragmanında bile oturup ağlayacak kadar aciz olduğun için üzül.
O film aptal değil…
 Tabii aptal değil, neden? Sen varsın çünkü, senin aklına onu getiren o aptal şarkı var.
O şarkı da aptal değil… bi sigara yakmalıyım. Dışarı çıkıp hava alsam, hayır hayır evde kalıp bir kahve içsem daha iyi galiba… Ağlasam biraz da, hem zaten uzun zamandır ilk defa bu kadar güzel ağlıyorum, bu kadar kayda değer ve bu kadar yerinde… Ne zamana kadar sürer bu his?  Hangi zaman olunca bu şarkıyı duysam bile rahatça nefes alırım? En sevdiğim damarım tıkanmaktan vazgeçecek mi? En sevdiğim damarım mı? Öyle bir şey yok ki. İyice saçmalıyorum. Bi kere sarılsam doyar mıyım? Yoksa daha çok sarılma isteğine gebe midir “bi kere sarılma”lar ?
Hadi yat uyu, sen çoktan vazgeçtin onu düşünmekten.
Zorundaydım.
Yalan söylemediğin kendin kalsın hiç değilse.
Yalan söylemiyorum. Zorundaydım.
………..
Bütün aşk şarkılarını yalancı çıkardığın bir aşktı bu. Cesaretten yoksun davrandığın, peşinden koşmadığın, belki de elinden geleni yapmadığın. Ve elinden geleni yapmadığından hala canını yakan, nefesini sıkıştıran...  Ve elinden geleni yapmadığından hala içinde kalan… Boşvermelisin… Kalan kalsın, geri dönme ihtimali olmayan bir mesele bu…
“mucize, ihtimal, belki geleceğin” demişti sana. Boşvermelisin… Zaten hepsi kaldı yarınlara…

9 Şubat 2011 Çarşamba

dostluk tesadüfle başladığında...

Ne güzeldir insanın kendine benzeyen kişilerle karşılaşması. Hele de kendinizi hala özgür, samimi ve mutlu hissediyorsanız, sizin kadar özgür, samimi ve mutlu birileri girdiyse hayatınıza ve sizinle aynı dili konuşabiliyorsa çok şanslısınız demektir. Nereden çıkacağı hiç belli olmuyor bazen yüreğinizi paylaştığınız kişinin. İşe yaramaz diye nitelendirilen bir topluluğun arasından tesadüflerin sihriyle karşınıza çıktıysa diliniz tutuluveriyor. Bir anda kelimeler dökülüveriyor ağızlardan, en özel sırlar paylaşılıyor rahatça, duygular bir oluyor, düşünceler çelişkilerin kıskacından aynı kuvvetle kurtuluyor, yürekler ele alınıyor, her yara birlikte deşiliyor tekrar ve her sevinç yeniden yaşanıyor beraberce. Aslında onu bambaşka karakterde biri sanarken bir de bakıyorsunuz aynı şeylerden hoşlanıyorsunuz, ayrı zamanlarda ayrı yerlerde de olsa aynı şeyleri yaşıyorsunuz. Ne tuhaftır ki geçmişte yaşadıklarınız bile benzer çıkıyor. Birileri tarafından canı yakılmış ve en sonunda yalnızlığı seçmiş iki ayrı insan… Birbirlerini anladıklarına inandıkları andan sonra kelimeler iki dudağın arasından çıkarken aslında yürekte şekillenip gelmişlerdir. Şans da yardımcı olursa eğer, iki taraf da birbirinin farkına varır ve kendileri bile fark etmeden ufak ama özel bir gezegen var olur sadece onların bildiği. Onlar konuşmaya dalmışken yanlarında oturup konuşulanlara kulak kabartan teyzeyi çoktan unutmuşlardır. Açlıktan ölmek üzereyken söylenen tost gelmiş fakat sohbeti bölmemek için sabırla beklemektedir fark edilmeyi. Çünkü o bile şaşmıştır duruma. İnce belli bardaktaki tavşankanı çay bile öyle keyiflenmiştir ki soğumadan durur buz gibi havaya inat. Güneye göç eden kuşlar ötüşerek dahil olurlar sohbetin akışına. Müezzin seslenir camiden. Çocuklar asla topunu kaçırmaz sizin muhabbetinize. İstediğiniz kadar gürültü yapın, kapıcı amca koca sesiyle gürlemez bu defa. Siz oturadurun, etraftaki ağaçlar sarı sarı güz yapraklarını salar başınızdan aşağı, papatyaların başa taç oluşuna özenir bu ağaçlar da sizin sohbetine taç olmak isterler. 
Evet, belki farkında değilsiniz ama doğa sizin için sevinmekte, bu iki kişinin birbirine rast gelişine mucizevî şekillerde tepki vermekte. Kapıcı amca ve mahalledeki dedikoducu teyze bile, evet evet onlar bile keyiflenmekte siz karşılaştınız diye. Hadi bakalım fark etme sırası sizde. Durmayın. Hayata, içinde barındırdığı tesadüflere, bu tesadüfler sayesinde karşınıza çıkan kişiye teşekkür edin. Kim bilir belki güzel bir dostluğun ilk adımını atmışsınızdır bile…

4 Şubat 2011 Cuma

bir yanlışlık yok..

Şaşırırsın bazen, ne diyeceğini bilemeyecek kadar şaşırırsın, oysa hiç değilse bir kelime söylemen gerekir olacak kötü şeyleri engelleyebilmen için. Aksilik bu ya, o kelimenin hangi harflerden oluştuğunu unutuverirsin, ünlü uyumuna uyuyor mu? Ağız hangi şekli almalı ki kelime düzgün çıksın?
Söyleyemedim ben, ağzımı nasıl tutsam da doğru kelime kendiliğinden çıkıverse diye düşündüm düşündüm de bir türlü karar veremedim.
Ne diyeceğimi bilemeyecek kadar şaşırdım, evet.  Kızdığım da doğru. Hem de sana kızamayacak kadar ‘çok’ kızdım. “o an”dan itibaren bana mesaj atan, elektronik posta gönderen, nasılsın diye soran herkese kin beslemeye başladım tuhaf bir şekilde. Bu durumdan herkesin payına bir kötülük düşmeli diye düşündüm. Herkes üzülmeliydi. . Sen hariç herkes üzülmeliydi belki ama sen değil… Hiç değil… Dünyadaki bu yanlışlığı yaratan sen değildin, biliyorum.”böyle gelmiş böyle gider” bir düzen vardı ve sen bu düzenin tüm pisliklerine karşı koyan bir kahramandın farkında olmasan da… İşte bundandı ısrarım,”git” deyişine rağmen kalmakta ısrarcı oluşum bu yüzdendi, çünkü adım gibi emindim, söylediğin gibi herhangi bir kırıklık yaratamazdın hayallerimde, sanıldığı gibi huysuz ve ukala da değildin zaten, biliyordum ben. Bana git deyişin bile üzülmemem içinmiş evet ama kalmakta ısrarcı oluşum da çok yerindeymiş, şimdi daha iyi anlıyorum .
“sağlıcakla kal…”  senin iki dudağının arasından çıkıp kulağımı adres tutan son cümleyse eğer bu, kalmak istemiyorum sağlıcakla falan…
Verdiğin söz gitmek üzerineyse tutmasaydın…
Özrün selam verdiğin içinse dilemeseydin keşke…
Kendinle kavga etmeyi bıraksaydın,  kendinle kavga etmeyi bıraktığın yerde ‘benimle’ kavgaya tutuşsaydın.  O zaman ‘gitme’ler  de ‘sağlıcakla kalma’lar da daha anlamlı olmaz mıydı hem?  Bu ‘mavi’nin, sandığın gibi denizler boyu huzur vermediğini aksine grinin en çirkin tonunu yaratan dumanla dolmuş isli ve puslu gök mavisini barındırdığını görseydin…  Üç kuruşluk oksijeni yalnız kendinin tükettiğini bilemedin mi?
İnan, kendine inanmıyorsan bana inan.  Yoksa yitip gider maviliğin kalan temiz kısmı da…
 Hem ben çok iyi biliyorum zaten, dünyadaki bu yanlışlığı yaratan sen değildin…  Hem de hiç değildin…
Yanlışlık mı? Sus! Bir yanlışlık yok!



1 Şubat 2011 Salı

okuntudan esinti

Okuduğun o cümle... Tercih edilmiş yalnızlık ve senin de tercih etmekten gurur duyduğun... Daha önce hiç böyle sıkıştırmış mıydı yüreğini? Bu denli yoğunlaşmış mıydı haykırış kalbinde? Kendi halinde biri olmak isterken, herkes tarafından fark edilmek için, yardım etsinler diye birden bayılıvermek istemiş miydin? Hatırlamıyorsun ya da hatırlamak istediğin, o anın yanında diğer tüm yaşantının önemsiz kalması mı? Kendini yanlış ifade etmenin verdiği sıkıntı, günlerce öncesinden sözleşilmiş saatte günlerce öncesinden sözleşilmiş yerde beklerken sözleştiğin kişinin gelmemesi, bu gelmeyişin barındırdığı anlam, anneyle yaşanan tartışma, gözyaşları... telefon rehberindeki yüz kişiden birini bile arayamamak, gidebileceğin hiç bir yer olmaması,kalabalığa karışamamak.. Her şey bu kadar üst üste geldiğinden mi bu his? Oysa bilerek, isteyerek sen seçmemiş miydin yalnızlığı? Hatta ardından gurur bile duymuştun kendinle, birilerinden bir şeyler bekleme hissini yok ettiğini sanarken... Oysa şimdi görüyorsun ki yok edemediğin aşikâr, yalnızlığı bile yaşamayı beceremediğin de...
Sarı kapaklı kitapta okumuştun o cümleyi: "sakın kimseye bir şey anlatmayın herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra..." ya sen? Kimseye bir şey anlattın mı? Galiba evet. Hatta aklın anlattığını anlamasın diye elinden geleni yaptın. Çünkü özlememek gerekiyordu. Sen elinden geleni yaptın diye aklın da anlamamış gibi yaptı fakat bugün bal gibi de anladığını gösterdi sana intikam alırcasına. Herkesi ve her şeyi birdenbire özleyerek...

çelişkilerle ikilemler,yanlışlarla doğrular,olmalarla olamamalar...

İçimden gelenleri yazmaya neresinden başlasam bilemiyorum. Hep iki çizgi arasında gibiyim. Hayatın akışına kapılıp gitmekle, bir adım geride durmak arasında. İnsanların samimiyetine güvenmekle korkmak arasında, İçimden geleni yapmak / söylemekle içime atmak arasında, sorgulamakla hiçbir şeye karışmamak arasında, doğru olmakla yanlışlarımla da olsa “ben” olmak arasında… Bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyorum. Kapattığımı sandığım sayfalarla, açtığım sayfalar arasında sıkışıp kalıyorum. Çoğu zaman ya bağıra çağıra ağlarken buluyorum kendimi ya da oturmuş kendimle dalga geçerken, kahkahalarla gülerken… Çözümü bile en uçlarda arıyorum. Zıtlıklar aynı anda barınıyor gövdemde, aklımda, kalbimde… İçimden gelen birilerinden bir şeyler bekleme isteğiyle mantığıma yatan “kimseden hiçbir şey beklemeyeceksin” cümlesinin peyda ettiği hisler yüzünden arada kalmışlık yaşıyorum. Ve bu “arada kalmışlık”ın getirdiği yorgunluk ilişiyor gönlüme.

Birilerine sorsam “sizce ben aklımı mı oynatıyorum?” diye, çare olur mu ki?

Aslında özgür yaşamaya uzağız çoğumuz. İstediğinde dışarı çıkabilmek, canının istediği her şeyi satın alabilmek, alkol ya da sigara kullanmak değildir özgürlük, reşit olmak ya da kimsenin karışmadığı bir hayatı yaşamak da değildir. Duyguları serbest bırakıp onlarla yüzleşebilmektir. Acıyı hapsetmekten vazgeçip, cesurca yaşayabilmektir. İçinden geçeni paylaşabilmektir. Söylemek istediğinde önüne çıkan hiçbir şeyin seni durduramayacağını bilmektir. Korkmamaktır. Hayal kurmaktır özgürlük. Ve hayalini kurduğun anda, hayalini kurduğun yerde olabilmektir, bedenle değilse bile ruhla. Hayalini kurduğun şekilde hissetmektir kendini. Aynı zamanda ütopik  düşünceleri bir kenara bırakıp hayalle gerçeğin ayırtına varabilmektir. Hayallerin de gerçek olabileceğini bilmek fakat yaşadığın dünyanın gerçekten ibaret olduğunu bilebilmektir ve en zoru da gerçek dünyada yaşarken hala hayal kurabilmektir.

İnsan hayal kurabildiği kadar yaşar ve gerçekten hissedebildiği, hissettiğini açığa vurabildiği kadar özgürdür. Kendiyle yüzleşebildiği kadar cesurdur. Bazen kimse anlamak istemez, kimsenin vakti yoktur dinlemeye. O anda bile kendinize inandığınız kadar var olabilirsiniz.

Ben mi? Ben özgür değilim. Çünkü ben olmasını istediğimle olması gereken arasında bocalayıp duruyorum. Özgürce gittiğimi sanarken duygularımın peşi sıra, var olduğunu hiç bilmediğim sınırlarıma tosluyorum. Cesaretim kırılıyor genelde, herkes gibi olmak fikri ağır basıyor. Çok açık işte, korkuyorum, deli diye değerlendirilmekten, saçma olmaktan korkuyorum. Saçmalama özgürlüğümü yitiriyorum böylece. Hayata, hayat gibi, yaşamak için değil de bir işmiş gibi yaklaşıyorum o andan sonra. Ne zaman nasıl davranılması gerekiyorsa ona uygun yaşamaya çalışıyor, herkes gibi olmayı becermeyi deniyorum işte. Bu arada kulaklarım kalbime çok, çok uzak tabii. İçimdeki ses mi? Onu duymamazlıktan geliyorum.
Fakat yine olmuyor. Bir şeyler yolunda gitmiyor. Ne kadar sürebilir bu herkes gibi olma çabası? On gün, on ay, on yıl… Ama bir yerde son buluyor mutlaka. Kendime uzak yaşamak yaramıyor bana…

Zor, yorucu… Kuzey kutbuna gidiyor, orada yaşıyorum, sonra dönüyorum güney kutbuna. Hayatın önce artı ucu tenimde, ardından eksi ucu, yok olmuyor. Zor ve çok yorucu…


yeniden baslat