8 Temmuz 2012 Pazar

son yirmi dört saatimin yalnızca iki saatini dışarda geçirmeme rağmen unutamayacağım dersler öğrendim bugün, hem de yalnızca o iki saat içersinde…
‘kimse kimseyi düşünmüyor ülkemde’ sözünün kanıtını koskoca yetmiş dört milyon nüfuslu, sekiz yüz on dört bin kilometrekare alana sahip Türkiyemin değişik yerlerinde aramaya gerek yokmuş. En küçük birimden en büyüğüne herkes yalnızca kendini düşünüyormuş. İnsan mesleki anlamda hangi pozisyonda olursa olsun bir üstünden korkuyormuş, o da bir üstünden tabii.
Haa bir de prosedür var tabii. Şöyle uygulanırmış, böyle yapılırmış falan filan… bana kalırsa minare-kılıf ilişkisinden başka bir şey değil.
Bir dizi vardı hatırlar mısınız bilmem, adı Hayat Bilgisi. Ve baş karakter Afet Hoca. Pardon öğretmen diyecektim. Neyse mesleği ve öğrencileri uğruna elinden geleni yapar, çoğu zaman otoriteyi hiçe sayarak doğru bildiğini uygulardı. İmrenirdim ve etrafımdaki herkesin de öyle olmasını hayal ederdim. Oysa şimdi daha iyi anlıyorum dizi başlamadan önce ekranda yazan “bu dizideki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür, gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur.” cümlesinin ne demek olduğunu.
Neyse konumuza dönelim. Yaşadığım şey ‘vay efendim güvendiğim dağlara kar yağdı’, ‘vay efendim dünyam yıkıldı’ durumlarıyla hiç ilgisi olmayan ufacık bir olaydır. Fakat saniyeler içinde özelden genele giderek bir sürü şeyi anlamlandırmamı sağlamıştır. Evet, şimdi daha iyi anlıyorum ya da daha iyi anlayamıyorum mu demeliydim, buyurun siz karar verin.
Efendim bilenler bilir, ben kendi çapımda bir voleybolcuyum ve iyi kötü on bir yıldır bu işi yapıyorum profesyonel olmasa da. Manevi anlamda bana kazandırdıklarını saymakla bitiremem. İşin maddi kısmına geçersek, öğrenci harçlığı denilebilecek bir miktar kazanıyoruz çok şükür. Fakat verdiğimiz emeğin karşılığı mı diye sorarsanız tek bir kelimeyle yanıtlarım sorunuzu; ‘asla’. Acınacak durumda değiliz tabii fakat durum böyleyken bende dedim bir talepte bulunayım, en azından bir tarafımız toparlansın. Takım için spor ayakkabı talebinde bulundum. Gel zaman git zaman sayın yöneticimizle iletişim halinde kalarak bu isteğimi sıkça dile getirdim. Bir dipnot: alınacak ayakkabılar kulübe ait olacak sezon başında dağıtılıp sezon sonunda toplanılacaktı. Tahmin edeceğiniz üzere talebimiz ertelendi ertelendi. Aldığımız son galibiyet sonrası sağ olsun bir gazeteci arkadaş maç haberinin yanı başına bir paragraf sıkıştırmış, içinde ‘takımın malzeme eksiği var’ cümlesi geçen. Eyvahlar olsun! Uzun zamandır talebimizi erteleyen sayın yöneticimizin gözüne sokulmuş gazetedeki haber, yöneticimizin bir üst pozisyonundaki sevgili saygıdeğer insan tarafından. Akabinde söylenen ‘yok malzeme falan’ cümlesinden hiç bahsetmiyorum tabii. Velhasıl, bu haberi okuyan kimi gördüysem korku cümleciklerini oradan oraya savuşturuyor. ‘kapatılması tek bir lafına bağlı’, ‘çok kötü olmuş bu haberin çıkması’, ‘inşallah denk gelmezler’ vesaire vesaire… Haber yaptırma fikrinin ortaya çıkmasına ait büyük pay bana ait olduğundan mütevellit ayağımı denk almam gerekiyor tabii. ‘korku cumhuriyeti’ demeyin kardeşim sağda solda, uzaklara gitmeyin, işte hemen burada ‘korku bilmem nesi’.
Biraz da kırıldım galiba. Takım arkadaşlarımdan iyi veya kötü herhangi bir tepki gelmemesine kırıldım. Bu sessiz kalış şaşırtmakla birlikte biraz da kırdı işte. Dank etti denir ya, öyle oldu sanki. ‘Kimse kimseye sahip çıkmıyor’ demeyin kardeşim. Yetmiş dört milyon nüfus içinde kim kime sahip çıksın, şurda on kişi bile sessiz kalırken.
Şimdi bu öğrendiğimi nasıl kullanmalı? Yıllarca duyup da karşı çıktığım ‘ sen kendi hayatına bak, başkası seni umursuyor mu ki sen başkalarını umursayasın’ cümlesinin doğru olduğuna inanıp da korku cumhuriyetinin bir parçası mı olmalı yoksa uğruna savaş verilen değerlerin uğrunda savaş vermenin gerçekten zor ve engellerle dolu olduğu sonucuna varılarak daha güçlenip tekrar yola mı çıkılmalı? Karar sizin. Yalnız benden bir tavsiye; eğer ilk şıkkı seçtiyseniz uygularken öbürünü seçmiş gibi görünmeyin. Yani bir parçasıysanız korku cumhuriyetinin siz de, doğru bildiklerinizi yapmaktansa ‘aman bana bir şey olmasın’ diye oturduğunuz yerde oturuyorsanız sadece oturun kardeşim, sağda solda kulis yapmayın, şikayet etmeyin. Yalnızca konuşmakla hiçbir şey elde edilmiyor.
Ben mi? İlk şık tabii ki, ben de korkuyorum (!) bu yüzdendir bu son notu yazmadan geçemeyeceğim.
NOT: bu yazıdaki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür, gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur.


Kayboldum


“Siktiğimin bokunu yerken ki sahip olduğunuz cesaret havaya mı uçuyor iş söylemeye gelince?  Büyük dağların zirvesindeki ulaşılmaz egonuzu yaşarkenki yürekliliğiniz nerede? Kodumun aşkını arıyor herkes, ararken sağa sola göz kırpıyor , sonra da orada burada ahkâm kesiyor ‘gerçek aşk şöyle olur böyle yaşanır diye.”
Tam bir kaybolmuşluğun ortasındaydım. Oturduğum yer bana dar geliyor, her yeri yıkmak istiyordum. Kalktım, bir tur attım. Birileriyle konuştum, kim olduğunu bilmediğim, iyi gelir sandım, olmadı. Dayanamadım bir hışımla kalktım. Ağzından aşk, sevgi cümlelerini bugüne kadar hiç duymadığım bir adam, koştu geldi arkamdan. Daha da çok kayboldum.. Ve yok oldum.. ‘aşık olanlar’ yoktu. ‘çok değer verenler’ yoktu. Yalnızca iki gündür tanıdığım ve tatlı bir sohbet paylaştığım bir adam vardı. Utandım. ‘neyin var’ dediğinde, ‘yok bir şey’ diyip çekip gittiğimden utandım. Bir açıklama yapmayıp tanımadığı biri için yorulmasına sebep olduğum için utandım. Ona ‘yalnızca dolaşmaya çıktım’ diyerek rahatlattım onu. Benimle birlikte bir kişinin daha rahatsız olmasına gerek yoktu.  Fakat arkamdan koşup bana seslendiğinde, gördüğüm manzara aklıma kazındı silinmemecesine.. Oysa o bilmiyordu ben o an kayboluyordum. En yakınımın yokluğunda ve tanımadığım adamın varlığında kayboluyordum. Yürürken gözüm kapalıymış, bir korna sesiyle uyandım. Uyandığımda şuursuzca yürüyordum arabaların üzerine .. Ya da onlar bana doğru yol alıyordu son süratle.. Vücudumun her hücresi titriyordu otuz derece sıcağa rağmen. Yürümek ve daha çok yürümek istiyordum.. Sonsuza doğru yol almaktı niyetim. Derken…
Derken kendimi bir çay bahçesinde buldum. Huzurlu ve keyifli sohbetlerin paylaşıldığı bir yeşillikte huzursuzluğu arıyordum. Sigarayı köklüyordum acısını hissedeyim diye.. Ve bir sade Türk kahvesi istedim hayatın tatsızlığına eşdeğer. Duyduğum kahkahalar canavarlar işe dolu bir evrene düştüğüm hissini uyandırıyordu. ‘susun’ diye bağırmak istiyordum. ‘Susun!’ Ya da sessizce fark edilmek istiyordum. ‘Zavallı’ diye nitelendirdiğim konuşmalara dahil olmak için göz bebeklerine bakıyordum. Fakat kimse fark etmiyordu. Bir ruhtum sanki sessizce yaşayan.
Olmuyordu. Burada da olmamıştı. Tüm sorgulamalarımdan vazgeçmeyi, o acınası sohbetlere dahil edilmeyi delice isterken, bildiğim bütün kelimeler, cümleler, sorular ve aptal yanıtları beynime üşüşüyordu. Dayanamadım, kalktım. Gitmek istediğim bir yer yoktu fakat orada kalmak da istemiyordum. Diğer tüm insanlar gibi çok işim varmışçasına yürümeye başladım. Ve boş kalmasın diye ellerim yürürken, bir kitapla bir kalem taşıdım. Korkmuyordum hiç kimseden ve hiçbir şeyden. Kirlenmek dışında… Kirlenmiştim ve etrafımdakileri de kirletmiştim. Tüm hücrelerim titremeye devam ediyordu. O kadar korkuyordum ki kirlenmişlikten… Tek başıma kalamayacak kadar.. Tanımadığım bir adamla konuşamayacak kadar.. Konuşursam çünkü altında bir şey olurdu. O kadar kirlenmiştim ki tertemiz sohbet etmeyi unutuvermiştim. Daha hızlı yürümek istiyordum ve daha hızlı. Bir an dursam yer ayağımın altından kayıverecekti. Bir an dursam her şey yok olacak gibiydi. Hayatta en korktuğum şey kirlenmekti oysa ki.. Yürüdüm. Yürüdüm…
Fark ettiğimde çok tanıdık olduğum fakat hiç tanımadığım birinin yanındaydım. Onun yüzü iyi gelirdi bana. Ve bir de ‘neyin var’ demesi, ‘iyiyim ben’ deyişimi kulak arkası edişi. Ellerim titriyordu, kirlenmiştim… Kim temizleyecekti beni? Ya da ne? Veyahut nasıl? Kendime yetemeyecek kadar yalnızlaşmıştım ve işin garibi bu yalnızlık hoşuma gidiyordu. Ve bir şarkı çalıyordu… ‘ömrümce hep adım adım, her yerde seni…’ Nefesim sıkıştı bir an, bacaklarım güçsüzleşti. Hissediyordum. Rakı iyi geliyordu. Rakı yudum yudum bana geliyordu. Soğuktan değildi bu ürpermeler, iyi biliyordum Ama sorsalar neyi bildiğimi ben de bilmiyordum.. Hoş, soracak kimsem de yoktu zaten. Tanımadıklarımdan başka…
Bu defa huzuru bulmuş gibiydim, sanat müziğinin tınısında.. Ve tanımadığım o adamda. Hiç konuşmadan anlayabilecekler olmalıydı etrafımda. Tek kelime etmeden beni hissedenler. Sessizliği hiç sorun etmediğim… Çarşafın altındaki bezelye tanesini mesele etmediğim…
 Nasıl göründüğüm hiç umrumda değildi, muhtemelen sokak paçavrası gibi görünüyordum fakat. Giyim ve makyaja gereğinden fazla önem verecek kadar kirlenmiştim de. Bilmeden yorum yapacak kadar cesur tavırlarım vardı, gereksiz. Kendime yalanlar söylüyordum. Prensiplerim olduğunu, onları hiçbir şeye değişmeyeceğimi dikte edip duruyordum. Ayakta kalmam için lazım olanlarla gerçekten yaşamam için lazım olanlar arasında uçurum vardı. Bense o uçurumda sıkışıp kalmıştım. Hatta yalnızca ayakta kalmam için lazım olanlara tutunacak kadar ucuzlamıştım. İçimden geldiğinde sarılamaz olmuşken, ‘gerektiğinde’ içtenmişçesine sarılabiliyordum. Ve sonra… Sonra sarılmak benim için çok özeldir diye atıp tutuyordum Ve şarkı bitti… Çalan neydi?
-Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un…

31 Mart 2012 Cumartesi

'Dört günlük bir şey'

Tanışmak, tanımak, tanıdığını sanmak ve tanıyamamak kavramlarıyla karışmıştı kafam. Bu dört aşamayı bir çırpıda, hızlıca yaşayıvermiştim. Karşılaştığımızdan bu yana tam altmış dokuz gün geçmişti. Altmış dokuz defa aynı cümleyi kurmuştum; 'tekrar karşılaşsak...' Ve yetmiş sayısını kutsal saymamın sebebi olarak çıkıverdin tekrar karşıma. Yetmişinci günün on yedinci saati ben dördüncü kez aynı sokaktan geçerken rast gelmiştik. Soğuktan kurtarılmayı bekleyen bir minik serçeninkiler gibi parladı gözlerim. Sanki bir uçurtmanın tepesinde, güneşe doğru yol alıyordum ve yanımdan geçen bir kuştun sen, beni uzak diyarlara götüren... Bir cesarettir el uzattım sana. Sanki yaşayan ben değildim. Uzaktan izliyormuşum gibi geliyordu sesin, fısıltılar halinde kulağıma doluyordu. Bütün denizler gözlerime dolmuştu ve daha mavi bakıyordum sana. Mavi mavi ağlıyordum. Ve tanışmıştık...

Aradan geçen altı gün altı yıl uzunluğunda geçmiş, gelmene dakikalar kalmışken ben aklımı kaybediyordum. Bir dakika kaç saniyeydi? Üç dakika geçmişti, peki üçten sonra kaç gelirdi? Sanki herkesin gözü benim üzerimdeydi. İçimden çığlıklar atıyor, kimsenin duymamasını istiyordum . Bir bira ve bir bira daha içiyordum. Sen gelene dek daha sarhoş ve daha cesur olmalıydım. Oysa aldığım her yudum seni karıştırıyordu kanıma ve giderek heyecanlanıyordum. Sen kapıda göründün, ben bir anda yalnızlaştım. Sanki bu zamana dek senin dolduracağın bir yalnızlıkla yaşamıştım. Yeni bir gezegen kadar yabancıydın bana ve annemin kucağı kadar tanıdıktın da...

Sen anlatıyordun, ben bazen dinliyordum çoğu zaman da dinliyormuş gibi yapıyordum. Sen konuşurken ben seni kovalıyordum kiraz ağaçlarının arasında. Sen bir sokak müzisyeniydin, müziğinle sevişiyordun, bense sokaktan geçen bir yabancı, seni alkışlıyordum. Dört buçuk saat geçmiş, kalkma vaktim gelmişti. Yalnızca dört buçuk dakikadır yanımdaydın sanki. Tanrı bir mıknatıs koymuştu aramıza, bizse demir bilyelerdik. O olağanüstü çekimin farkındaydın... ya da ben öyle sanıyordum. Birbirimize gecemizin iyi olmasını diledik ve ayrıldık. Oysa o dakikadan sonra sensiz bir gece nasıl ve ne kadar iyi olabilirdi ki?

Sonra bir gece yarısı seninle aynı evdeydik, sen, ben, birkaç iyi arkadaş ve bütün dünya... Bir festival havasında müzikler çalınıyordu kulağıma. Sen kendini anlatıyordun, beni soruyordun, üşüyorduk, üşüdükçe birbirimize sokuluyorduk... Hala konuşuyorduk, saçımla oynuyordun, gözümün mavisine dokunuyordun, huzur veriyordun... Zamanın durmasını dileyerek uzandık yan yana. Sımsıkı sarıldın. Çok yorgundun, yorgunluğun bile dipdiriydi ama. Her hücremiz birbiriyle temas halindeydi sanki. Küçük bir kafesteydik ve hapsolmaktan çok memnunduk. Sen sabah kızıllığına dayanamayarak uyudun. Ben seni izledim. İnanamıyordum. Uyudukça daha sıkı sarılıyordun. Sen uyudun, ben seni izledim ve hiç gidilemeyen iklimlere gittim... Seninle tanışmıştım ve seni tanımıştım. Ya da ben öyle sanıyordum...

Sonra... Sonrası alışıldık sonlardan bir tanesi işte... Ben yaşadığımız her şeyin ancak bir Tanrı dokunuşuyla var olabileceğine inanırken, sen Tanrı'dan uzak dünyana çoktan dönmüştün. Zaman zaman seninle karşılaşıyor fakat artık sesinin cıvıltısını hissedemiyordum. Tenin benim dünyamdan soğumuş gibiydi. Yaşanılanları yaşanmamış sayıp üç cümlelik sohbetlere sığmıştık. Aslında... Belki de sen hiçbir şey yaşamamıştın. Yahut kiminle, nerede olduğunu düşünmeden yaşadığın dört günlük bir şeydi... Ve ben o dört günden sonra bir şarkı dinliyordum uzun uzadıya...

" Dört kısa günden bana
  Bir garip sızı kaldı
  Bir de deli özlemin "

Bir illuzyondu belki de, bir ufak sihirdi... Ben seni tanıyamamıştım, seninle birlikte bütün insanları da...

Ve hala tanışmak, tanımak, tanıdığını sanmak ve tanıyamamak cümleleriyle karışıktı kafam.

.                                                                                                               c.ö.

yeniden baslat