30 Kasım 2011 Çarşamba

'ayaz'

Ayrılmasın sevgililer diye mi böyle ayaz var bu gece?
Belki Bitmesin nice aşklar diye..
Bana sorarsan sevgilim, bir aşk bitmiş ne yazar.
Ben öyle alıştım ki her şeyin bir olmasına.
Hayat bir oyun gibi, zamandan geri saydığımız bir oyun…
Yalnızca tüketmek sanki artık amaç.
Tüketmek… Zamanı, aşkı, sevgiyi, hayalleri…
Ömrü tüketmek…
Bir canımız var, harca harca bitmez.
Üstüne bas, yukarı çık ve daha yukarı ve daha…
Bana sorarsan sevgilim, neyi değiştirir zirvede olmak
Ya da dipsiz bir kuyuda hala alçalıyor olmak.
‘irtifa kaybediyoruz’
‘kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor’ demişti yazar.
Bense doğduğumdan beri irtifa kaybetmekte olan ve hiçbir kelimeyi yerli yerinde kullanamayan bir şair müsveddesiyim.
‘bu kadar acımasız olma kendine karşı, bırak artık kendinle savaşı’ demiştim ben de.
Oysa varoluş amacıymış bizim gibilerin, kendiyle kavga
Ben griler kattım bu çelik mavime
Baktım güneş doğudan doğmuyor bana
Gökyüzüm de mavi olsun istemedim.
Hem zaten epey oluyor azaldı gündüzlerim
Sen soğuğu boş ver sevgilim,
eskişehrin ayazına inat, gel bu aşkı bitirelim.
                                                                            c.ö.



29 Kasım 2011 Salı

köşe yazısı tadında- hayata dair





son yirmi dört saatimin yalnızca iki saatini dışarda geçirmeme rağmen unutamayacağım dersler öğrendim bugün, hem de yalnızca o iki saat içersinde…
‘kimse kimseyi düşünmüyor ülkemde’ sözünün kanıtını koskoca yetmiş dört milyon nüfuslu, sekiz yüz on dört bin kilometrekare alana sahip Türkiyemin değişik yerlerinde aramaya gerek yokmuş. En küçük birimden en büyüğüne herkes yalnızca kendini düşünüyormuş. İnsan mesleki anlamda hangi pozisyonda olursa olsun bir üstünden korkuyormuş, o da bir üstünden tabii.
Haa bir de prosedür var tabii. Şöyle uygulanırmış, böyle yapılırmış falan filan… bana kalırsa minare-kılıf ilişkisinden başka bir şey değil.
Bir dizi vardı hatırlar mısınız bilmem, adı Hayat Bilgisi. Ve baş karakter Afet Hoca. Pardon öğretmen diyecektim. Neyse mesleği ve öğrencileri uğruna elinden geleni yapar, çoğu zaman otoriteyi hiçe sayarak doğru bildiğini uygulardı. İmrenirdim ve etrafımdaki herkesin de öyle olmasını hayal ederdim. Oysa şimdi daha iyi anlıyorum dizi başlamadan önce ekranda yazan “bu dizideki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür, gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur.” cümlesinin ne demek olduğunu.
Neyse konumuza dönelim. Yaşadığım şey ‘vay efendim güvendiğim dağlara kar yağdı’, ‘vay efendim dünyam yıkıldı’ durumlarıyla hiç ilgisi olmayan ufacık bir olaydır. Fakat saniyeler içinde özelden genele giderek bir sürü şeyi anlamlandırmamı sağlamıştır. Evet, şimdi daha iyi anlıyorum ya da daha iyi anlayamıyorum mu demeliydim, buyurun siz karar verin.
Efendim bilenler bilir, ben kendi çapımda bir voleybolcuyum ve iyi kötü on bir yıldır bu işi yapıyorum profesyonel olmasa da. Manevi anlamda bana kazandırdıklarını saymakla bitiremem. İşin maddi kısmına geçersek, öğrenci harçlığı denilebilecek bir miktar kazanıyoruz çok şükür. Fakat verdiğimiz emeğin karşılığı mı diye sorarsanız tek bir kelimeyle yanıtlarım sorunuzu; ‘asla’. Acınacak durumda değiliz tabii fakat durum böyleyken bende dedim bir talepte bulunayım, en azından bir tarafımız toparlansın. Takım için spor ayakkabı talebinde bulundum. Gel zaman git zaman sayın yöneticimizle iletişim halinde kalarak bu isteğimi sıkça dile getirdim. Bir dipnot: alınacak ayakkabılar kulübe ait olacak sezon başında dağıtılıp sezon sonunda toplanılacaktı. Tahmin edeceğiniz üzere talebimiz ertelendi ertelendi. Aldığımız son galibiyet sonrası sağ olsun bir gazeteci arkadaş maç haberinin yanı başına bir paragraf sıkıştırmış, içinde ‘takımın malzeme eksiği var’ cümlesi geçen. Eyvahlar olsun! Uzun zamandır talebimizi erteleyen sayın yöneticimizin gözüne sokulmuş gazetedeki haber, yöneticimizin bir üst pozisyonundaki sevgili saygıdeğer insan tarafından. Akabinde söylenen ‘yok malzeme falan’ cümlesinden hiç bahsetmiyorum tabii. Velhasıl, bu haberi okuyan kimi gördüysem korku cümleciklerini oradan oraya savuşturuyor. ‘kapatılması tek bir lafına bağlı’, ‘çok kötü olmuş bu haberin çıkması’, ‘inşallah denk gelmezler’ vesaire vesaire… Haber yaptırma fikrinin ortaya çıkmasına ait büyük pay bana ait olduğundan mütevellit ayağımı denk almam gerekiyor tabii. ‘korku cumhuriyeti’ demeyin kardeşim sağda solda, uzaklara gitmeyin, işte hemen burada ‘korku bilmem nesi’.
Biraz da kırıldım galiba. Takım arkadaşlarımdan iyi veya kötü herhangi bir tepki gelmemesine kırıldım. Bu sessiz kalış şaşırtmakla birlikte biraz da kırdı işte. Dank etti denir ya, öyle oldu sanki. ‘Kimse kimseye sahip çıkmıyor’ demeyin kardeşim. Yetmiş dört milyon nüfus içinde kim kime sahip çıksın, şurda on kişi bile sessiz kalırken.
Şimdi bu öğrendiğimi nasıl kullanmalı? Yıllarca duyup da karşı çıktığım ‘ sen kendi hayatına bak, başkası seni umursuyor mu ki sen başkalarını umursayasın’ cümlesinin doğru olduğuna inanıp da korku cumhuriyetinin bir parçası mı olmalı yoksa uğruna savaş verilen değerlerin uğrunda savaş vermenin gerçekten zor ve engellerle dolu olduğu sonucuna varılarak daha güçlenip tekrar yola mı çıkılmalı? Karar sizin. Yalnız benden bir tavsiye; eğer ilk şıkkı seçtiyseniz uygularken öbürünü seçmiş gibi görünmeyin. Yani bir parçasıysanız korku cumhuriyetinin siz de, doğru bildiklerinizi yapmaktansa ‘aman bana bir şey olmasın’ diye oturduğunuz yerde oturuyorsanız sadece oturun kardeşim, sağda solda kulis yapmayın, şikayet etmeyin. Yalnızca konuşmakla hiçbir şey elde edilmiyor.
Ben mi? İlk şık tabii ki, ben de korkuyorum (!) bu yüzdendir bu son notu yazmadan geçemeyeceğim.
NOT: bu yazıdaki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür, gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur.


27 Ağustos 2011 Cumartesi

Aklımla kalbim arasına sıkışmış bir şeyler var..


Aklımla kalbim arasına sıkışmış bir şeyler var,
Belki bir grup hücremsi
Kabul görmeden türemeye hevesli.
Bir tür ur olsa gerek.
İyi huylu mu diyorum.
‘yok yok’ diyorsun, ‘huyu iyi olsa böyle hastalıklı düşünceler saçmazdı
Ve de kalbini gereğinden fazla attırmazdı.’

Fesleğenler aldım saksı saksı.
Elim içlerinde dolaşıyor akşamdan sabaha.
Ellerim… Ellerim hep fesleğen koksun istiyorum.
Aslında ben çok korkuyorum,
Ya kokun hiç gitmezse elimden…

Uyku bağımlısıydım bir zaman.
Sonra sen geldin.
Şimdi bağımlılığım uykusuzluğa.
Acaba seni artık sevmediğim için mi,
Tüm olumsuzluklar bir arada?

Ramazan diyorlar, sabahtan akşama aç duruyorlar.
E görüyorum, gün boyu aşkla doyuyorlar, ne anladım öyle oruçtan…

Biraz üzülsem her şey yoluna girecek sanki.
Biraz da rüzgâr esse keşke… Ben hazırım uçmaya.
Ben hazırım da… Yanlış uçağa mı bindim acaba?
Havalanmak yerine bir okyanus dibinde
Bulmayalım kendimizi, bu yaz gecesi.
Evet, evet, birazcık üzülsem her şey düzelecek sanki.
Saklandım ama sobelenmeye hazırım,
Hadi bulsan ya beni.

Bak şimdi! Zorlama! Hadi gitsene!
Gelme gözümün içine içine,
Git!
Yoksa ben tutamam kendimi
‘nasılsın’ diye sorarım, maazallah.
İnan ki sorarım, kaybol hadi.



                                                                                   c.ö.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Biz başka türlü buluşuruz belki

Belki beraber ölürüz, ne dersin?
Ben istemem, okunmasın cenazemizde dua.
O şarkı çalınsın, o malum şarkı…
On dokuzumda beni sana getiren,
Yirmimde senden götüren,
Ama nefes aldığım her an içimi titreten…
Kaç yüz km, kaç yokuş kaç iniş var bilmiyorum, aramızda.
Kaç saat? Ya da bedenin ne kadar uzakta?
Ya ruhun…   Neyse…
Şimdi cesaretim yok sana nasılsın diye sormaya.
Ama…
Ama bugünlerde bir 27 furyasıdır gidiyor.
Çok kalmadı sevgilim. Buluşmak biraz sabır istiyor.
Sebepler, sonuçlar, falanlar filanlar girdi hep aramıza.
Birlikte yaşayamadık ama…
Belki birlikte ölürüz, ne dersin?

                                                                                       c.ö.


17 Temmuz 2011 Pazar

çuf çuf larda düşünmek..

Tren yolculuğu… Çocukluğumdan beri ne kadar az yaptıysam o kadar çok seviyorum tren yolculuğunu ve şimdi daha çok seviyorum çünkü beni ona götürüyor. Kalbimi alaşağı eden o adama…
Ne gariptir tren yolculuğu. Hiç bilmediğiniz diyarlardan geçersiniz. Ömrü boyunca hiç koklanmadan ölüp gidecek olan çiçeğin yanından geçer ama diğer herkes gibi siz de koklayamazsınız. Taze bahar havasını camın ardından izler, güneşin ışıklarından kaçıp gölgeye saklanıverirsiniz. Dökülen yaprakların hışırtısı duyulmaz, çırılçıplak kalan ağaçların arasında koşulmaz. Aslında düşünecek en güzel zamandır tek başına yapılan bir tren yolculuğu… Geçmişi, geleceği, yapılmakta olan şeyi… Duyguları, düşünceleri… Hatta düşünmeyi bile düşünebilirsiniz. Kafanız o emektar trenin pencere kenarına yaslanmış ve vücudunuz hiç bilmediği yerlerden geçerken aklınız derin bir nefesle dalar düşüncelerin arasına…
Hep aklıma gelir, hayat da bir tren yolculuğu gibi midir? Yolculuğun sonuna doğru yol alırken yanından geçtiğimiz şeylere hep seyirci mi kalırız? Elimizi uzatsak dokunabileceğimiz fakat bir saniye sonrasının artık her şey için geç olacağı olaylar bütünü ne kadar yer kaplar hayatlarımızda? Zamanlama meselesi midir mutlu olabilmek?
‘Ya hep beklerim ya da çoktan kaçırmışımdır zamanını’ Yemyeşil çimenlikler arasında yuvarlanmayı beklerken sonbahara rast gelmişim hayatım boyu. Peki, ya bu sefer doğru zamanlamaysa?
Evet, ilk defa sonbahar bana bambaşka mutlulukları, bambaşka diyarları getirdi galiba. Her ağaçtan dökülen her bir yaprak yerine, yemyeşil yapraklar filizleniyor gövdemde, baharı müjdeliyorlar üstelik. Cesaretlendiriyorlar. Farkındalığın menziline giriyorum. Karşıma çıkan her güzellik benim için. Yanından geçip gitmek zorunda değilim artık o çiçeğin. Yanımdasın ya, hiç bilmediğim bir yerde , dur diyecek kadar makiniste,cesurum artık..
Tenim sabırsızlanıyor güneş ışıklarını hissetmek için, kanım daha hızlı akıyor ve kulaklarım kuş seslerini bekliyor. Ellerim ve gözlerim ve dudaklarım… En çok da ruhum…

                                                                                                    C.Ö.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Zıtlıklar bir aradayken güzeldir

Yakalandım! Eyvah! Seni düşünürken, senden konuşurken yakalandım. Hesabını veremeyeceğim hayaller peşindeyken…
Kış günü olmuş, boyumuzdan büyük adam yapmışız kardan..
Yaz gecesi olmuş aniden, sahilde gitar sesi ve ona eşlik eden aşkımızın ateşi…
İçine sığamadığımız deniz güncesi, dışına taşamadığımız kumdan kalesi…
-anne tamam, dürtme artık, vazgeçtim rüyamdan, uyumuyorum da işte!
 Düşündüğümde…  Yani bazen…  Düşünebildiğimde…  Her şey zıttıyla var olmaz mı hayatta? Varlığa değer kazandıran yokluktur aslında. İhaneti görmezsek sadakatin kıymetini nasıl öğreniriz? Küs olmasaydın onunla, barışın varlığı bir şey ifade eder miydi acaba?  Aşksızlığı yaşamalı ki aşkın görkemi  anlaşılmalı. Yani yalanlar kıymetlidir. Yani bazen sırf baştan başlayabilmek için bitir.
-vallahi uyandım anne, bırak, tamam!
‘Şimdi’lik bir durum bu, biliyorsun sen. Sırf geri dönebileyim diye gittim ben. Anılar şuracığımda beklerim, doğru zaman gelsin, koca bir tesadüf bizi yine yeniden bir araya getirsin.
-anne, susar mısın artık!
……
Ya da.. Ya da boşver, sen konuş benimle hiç değilse…  Saçmalasan da bir şeyler söyle. Ne de olsa sustuğunda kayboluyorum, sessizlik yaramıyor bana. Ne de olsa ne istediğimi bilmeyen ben, sustuğunda da konuşmanı bekleyeceğim.

                                                                                                                C.Ö.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

karmakarışık.

Kuşlar diyorum, ezan vakti ne güzel ötüşüyorlar. Tanrının en seksi yanı gibisin, müezzinin sesi bile seni çağrıştırıyor.
Mavi en sevdiğin renkmiş, benim de öyle. Acaba bu kez kaybolabilir miyim gözünün mavisinde?
Tatile gidelim. Biraz yağmur yağsın. Biz de gece yarısı çırılçıplak denize girelim.
Kuşlar tabii, ne de güzel ötüşüyorlar...
Birlikte hangi sporu yapsak diye düşünüyorduk hani. Ben buldum. Günün en aydınlık saatinde sevişelim.
Mesela sen kokteyl hazırla, bir boka yaramayan içkileri birleştirerek, ben yine de sarhoş olayım ama..
Benden hiç bir şey olmaz be mavi, bence sen benden kaç en kısa zamanda. Sanat asla mutluluktan doğmaz, biliyorsun ya, boşuna değil bu hüzünlü deniz... İşte o yüzden mutluluk yasak bana. 

30 Mayıs 2011 Pazartesi

bu yolculuğun varış durağı başkadır.

Bazen otobüse binerken el sallayacağın kimse olmaz, el sallamasını istediğin ve sana el sallamak isteyen onca kişiye rağmen…  Bazen otobüse binerken hayatının büyük kısmını geride bırakırsın, aşık olduğun adam, sıcacık dost muhabbeti… Hem de hiç birini geride bırakmak istememene rağmen. Gittiğin yerde karşılaşacaklarına dair umudun kalmadığını bile bile gidersin.  Her kilometrede mutluluktan biraz daha uzaklaştığını bilerek, canın acıyarak, buruk bir tebessümle… Hayırlı yolculuklar dilenir, oysa ne kadar aşikârdır hayırların arkada kaldığı. Gitmekle kalmak arasında bocaladığında, seçimi sen yerine başkaları yaptığında parmakların uyuşur önce, ardından kalbin ve sonra vücudunun her hücresi… Beyin hariç, beyin memnundur durumdan, gitmelerden… Oynadığı oyunu kazanmıştır artık, duygularını alt etmiş ve de galip gelmiştir. İstediğin kadar inkâr et, gitmektesindir artık. Yanından geçtiğin her ağaç giderek anlamsızlaşır, yol arkadaşların tümden kaybolur. Birileri telefonlar konuşur, birileri biletlerden sorumludur, sense istemediğin ne kadar şey varsa hepsinden. Birileri sana kendi hayatından bahsetmeye teşebbüs eder, sen dinlemezsin. Yüzünde gülümsemeye ayarlanmış iki dudak, donuk bir çift göz, özlediği kokuları geride bırakan bir burun, kalbin yorgun… Aklın galibiyeti kutlamakta. Şimdi ‘hoşça kal’ demek ve kalabildiğin kadar ‘hoşça kal’mak zamanı hayatta.


                                                                                                                             C.Ö.

3 Nisan 2011 Pazar

nokta

Vazgeç artık beklemekten,
Gidelim dersin misafiri gelir, gelemez. "Haydi kalk" dersin, ödevi olur gelemez.
Böyledir işte. Sen 'onunla' gitmek istersin, o hiç gelmez.
Günlerden yağmur, saat uykuyu gösterirken, telefon çalar:
-Alo
-Efendim?
-Biz gidiyoruz, geliyor musun?
-.........
-Peki, biz gidiyoruz o zaman,görüşürüüz.
-Görü..şü....  Hoşçakal.

Nokta.

30 Mart 2011 Çarşamba

rahatlanır mı anlatınca?

ben...
ben bugüne kadar herşeyi içimde tuttum. "anlat rahatlarsın" dediler. Umud ettim bi gün gelir anlatırım, anlatınca rahatlarım diye. "rahatlamak." neydi bu kelimenin anlamı, nasıl rahatlanırdı? unutmuştum, mavi birkuştum ve gökyüzüm kaybolmuştu sanki... kendi denizimde kaybolmuş, kalabalık bir tenhalığı kendine vazife edinmiş hiç ama hiç tanımadoğım bir kıyıya vurmuştum...
sahipsiz bir şiirmişim gibi, "benim" diyordu herkes bir zaman,sonra bir zaman oluyordu, denizimde beliren bir fırtınanın akabinde yok oluveriyordu herkes.
güneş doğuyordu bazen,hemen koşuyordum körebe oynamaya.
sonra...
sonra ben gözlerimi bağladığımda,yağmur yağıyordu ve çocuklar... yegane oyun arkadaşlarım, onlar bile oyunsuz da olsa ıslanmamış bir hayatı tercih edip gidiyorlardı.
olsun, maviliğim vardı benim. bütün olumsuzları içine gömdüğüm ve bi gün anlattığımda hepsinden kurtulacağımı umduğum.
ben...
ben bugüne kadar herşeyi mavilerde unuttum. "anlat rahatlarsın" dediler. öyle umdum.
ve mavi, mavi olmaktan vazgeçince, "çare anlatmaktır" diyenlere inandım. anlattım. yağmur bereketince , sahildeki gitar sesince anlattım. ateşimle can verdiğim, nefesimle tükettiğim sigaramın dumarnı gibi uçar gider sandım. ama galiba yanıldım.
 sesim yetişmedi kimselere ya da "rahatlarsın" diyenler bir bir yittiler.
şimdi şaşkınlık içindeyim. kapalı bir odadayım,sesim geri dönüyor duvarlara çarpıp, çarptıkça içime doluyor, doldukça can acıtıyor...
şimdi şaşkınlık içindeyim, sustum olmadı,anlattım olmadı. "rahatlamak..." nasıl hatırlayacağım bu kelimenin anlamını? varsa bir yol bilen,beri gelsin lütfen.

17 Şubat 2011 Perşembe

gelirsen..

Durduğun yer çok tehlikeli, Bir adım daha atarsan eğer, ölürüz. Bir adım daha atarsan eğer yine mahvolur her şey. Oysa henüz koymuştum her şeyi yerli yerine. Ve yerle bir edersen, mümkün değil koyamam artık.
Durduğun yer çok tehlikeli, bir adım daha atarsan eğer ölürüm. Bir adım atarsan eğer yine, yeniden girersin hayatıma. Oysa henüz çıkarmıştım seni hayatımdan. Girersen (mümkün değil) tekrar çıkaramam artık.
Zincirleri daha dün çıkardım
Gözlerim dünden beri görüyor ışığı,
Daha dün formatlandı zihnim,
Az önce vazgeçebildim ancak senden
Söndüremese de gözyaşlarım yangınını,
Küçülttü, günden güne azalttı.
Ama eğer tekrar gelirsen, tümden çöl olur ormanlarım
Denizimin tuzu savrulur gider.
Yaşım birden (birken) bin olur.
Sarıldığım düşler yok olur gelirsen, unuturum maviyi.
Gelirsen işte
Gelirsen çok çok ölürüm ben.
Durduğun yer çok tehlikeli, bir adım daha atarsan eğer, yine gelirim o soğuk o yalnız şehre. Oysa henüz atabilmiştim kendimi şehrin dışına. Gelirsen kaçamam bir daha.
Dur n’olur, gelme daha fazla, o çizginin bu tarafına geçme. Geçersen kocaman çukurlara düşerim ben. Yağmur yağar çok, sel olur. Her yer sen olur..  sessizlik gürültü dolar, kar siyah yağar, ben kaybolurum, güneş bir daha ısıtmaz, kırmızı başlıklı kız kurttan kurtulamaz.. Kalbim ıslanır ve bir daha hiç kurumaz. Daha çabuk yaşlanırım. Gelirsen hep huysuzlanırım..
Gelme işte.. Gelsen bile gelmeyeceksin çünkü biliyorum. Geldiğini düşündürteceksin bana, yalnızlığım daha da ıssızlaşacak ben öyle sanınca..
Şimdi kapıyorum gözlerimi. Son kez gel rüyama. Son kez seveyim seni. Ve o andan sonra… ve o andan artık bir daha hiç ama hiç gelme…

13 Şubat 2011 Pazar

maziden kalma bir şarkı...


Geri dönme isteğinin nefesimi sıkıştırdığı anlardan biri…
Şarkıların dili olsa.. sa.. sa.. Yankılanıyor kulaklarımda, gözlerim doluyor. Çok özlüyorum, çok kızıyorum, çok merak ediyorum, üzülüyorum, seviniyorum, çok özlüyorum…
Bilmiyorum ki neden doluyor gözlerim.
Altı üstü aptal bir filmin aptal bir parçasını izliyorum.
Altı üstü aptal bir fragman işte. Bir de marifetmiş gibi o aptal şarkıyı koymuşlar. Kim sevsin ki o şarkıyı, hangi aptal ona anlam yüklesin.
Ne diyor : “olamaz mı olabilir”.hayır. Olmaz işte olamaz.
Akşamlarının güzel olduğu eylüllerde geride kaldı zaten.
Biliyorum
E o zaman neyin üzüntüsü bu? Gözyaşı ne için?
Hiç işte.
Asıl aptal sensin. Hep kaybettin.
Zorundaydım.
Yalan söylemediğin kendin kalsın hiç değilse.
Yalan söylemiyorum. Zorundaydım.
Neden? Yüreğine sahip çıkmadığın için mi? Yoksa yeterince cesaretin mi yoktu?
Hayır işte. Anlamıyorsun. Israrcı olsaydım ikimiz için de daha kötü olurdu.
Neydi daha kötüsü Allah aşkına? Şu andan daha mı kötü?
Bilmiyorum…
Bilmiyorsun çünkü bilmemek işine geliyor, bilmiyorsun çünkü bildiğin cevap seni de korkutuyor.
Yapma n’olur yeter.
Yetmez, kaçırdıkların için üzül, yaşayamadıkların ve yaşayamayacakların için. Aptal bir filmin fragmanında bile oturup ağlayacak kadar aciz olduğun için üzül.
O film aptal değil…
 Tabii aptal değil, neden? Sen varsın çünkü, senin aklına onu getiren o aptal şarkı var.
O şarkı da aptal değil… bi sigara yakmalıyım. Dışarı çıkıp hava alsam, hayır hayır evde kalıp bir kahve içsem daha iyi galiba… Ağlasam biraz da, hem zaten uzun zamandır ilk defa bu kadar güzel ağlıyorum, bu kadar kayda değer ve bu kadar yerinde… Ne zamana kadar sürer bu his?  Hangi zaman olunca bu şarkıyı duysam bile rahatça nefes alırım? En sevdiğim damarım tıkanmaktan vazgeçecek mi? En sevdiğim damarım mı? Öyle bir şey yok ki. İyice saçmalıyorum. Bi kere sarılsam doyar mıyım? Yoksa daha çok sarılma isteğine gebe midir “bi kere sarılma”lar ?
Hadi yat uyu, sen çoktan vazgeçtin onu düşünmekten.
Zorundaydım.
Yalan söylemediğin kendin kalsın hiç değilse.
Yalan söylemiyorum. Zorundaydım.
………..
Bütün aşk şarkılarını yalancı çıkardığın bir aşktı bu. Cesaretten yoksun davrandığın, peşinden koşmadığın, belki de elinden geleni yapmadığın. Ve elinden geleni yapmadığından hala canını yakan, nefesini sıkıştıran...  Ve elinden geleni yapmadığından hala içinde kalan… Boşvermelisin… Kalan kalsın, geri dönme ihtimali olmayan bir mesele bu…
“mucize, ihtimal, belki geleceğin” demişti sana. Boşvermelisin… Zaten hepsi kaldı yarınlara…

9 Şubat 2011 Çarşamba

dostluk tesadüfle başladığında...

Ne güzeldir insanın kendine benzeyen kişilerle karşılaşması. Hele de kendinizi hala özgür, samimi ve mutlu hissediyorsanız, sizin kadar özgür, samimi ve mutlu birileri girdiyse hayatınıza ve sizinle aynı dili konuşabiliyorsa çok şanslısınız demektir. Nereden çıkacağı hiç belli olmuyor bazen yüreğinizi paylaştığınız kişinin. İşe yaramaz diye nitelendirilen bir topluluğun arasından tesadüflerin sihriyle karşınıza çıktıysa diliniz tutuluveriyor. Bir anda kelimeler dökülüveriyor ağızlardan, en özel sırlar paylaşılıyor rahatça, duygular bir oluyor, düşünceler çelişkilerin kıskacından aynı kuvvetle kurtuluyor, yürekler ele alınıyor, her yara birlikte deşiliyor tekrar ve her sevinç yeniden yaşanıyor beraberce. Aslında onu bambaşka karakterde biri sanarken bir de bakıyorsunuz aynı şeylerden hoşlanıyorsunuz, ayrı zamanlarda ayrı yerlerde de olsa aynı şeyleri yaşıyorsunuz. Ne tuhaftır ki geçmişte yaşadıklarınız bile benzer çıkıyor. Birileri tarafından canı yakılmış ve en sonunda yalnızlığı seçmiş iki ayrı insan… Birbirlerini anladıklarına inandıkları andan sonra kelimeler iki dudağın arasından çıkarken aslında yürekte şekillenip gelmişlerdir. Şans da yardımcı olursa eğer, iki taraf da birbirinin farkına varır ve kendileri bile fark etmeden ufak ama özel bir gezegen var olur sadece onların bildiği. Onlar konuşmaya dalmışken yanlarında oturup konuşulanlara kulak kabartan teyzeyi çoktan unutmuşlardır. Açlıktan ölmek üzereyken söylenen tost gelmiş fakat sohbeti bölmemek için sabırla beklemektedir fark edilmeyi. Çünkü o bile şaşmıştır duruma. İnce belli bardaktaki tavşankanı çay bile öyle keyiflenmiştir ki soğumadan durur buz gibi havaya inat. Güneye göç eden kuşlar ötüşerek dahil olurlar sohbetin akışına. Müezzin seslenir camiden. Çocuklar asla topunu kaçırmaz sizin muhabbetinize. İstediğiniz kadar gürültü yapın, kapıcı amca koca sesiyle gürlemez bu defa. Siz oturadurun, etraftaki ağaçlar sarı sarı güz yapraklarını salar başınızdan aşağı, papatyaların başa taç oluşuna özenir bu ağaçlar da sizin sohbetine taç olmak isterler. 
Evet, belki farkında değilsiniz ama doğa sizin için sevinmekte, bu iki kişinin birbirine rast gelişine mucizevî şekillerde tepki vermekte. Kapıcı amca ve mahalledeki dedikoducu teyze bile, evet evet onlar bile keyiflenmekte siz karşılaştınız diye. Hadi bakalım fark etme sırası sizde. Durmayın. Hayata, içinde barındırdığı tesadüflere, bu tesadüfler sayesinde karşınıza çıkan kişiye teşekkür edin. Kim bilir belki güzel bir dostluğun ilk adımını atmışsınızdır bile…

4 Şubat 2011 Cuma

bir yanlışlık yok..

Şaşırırsın bazen, ne diyeceğini bilemeyecek kadar şaşırırsın, oysa hiç değilse bir kelime söylemen gerekir olacak kötü şeyleri engelleyebilmen için. Aksilik bu ya, o kelimenin hangi harflerden oluştuğunu unutuverirsin, ünlü uyumuna uyuyor mu? Ağız hangi şekli almalı ki kelime düzgün çıksın?
Söyleyemedim ben, ağzımı nasıl tutsam da doğru kelime kendiliğinden çıkıverse diye düşündüm düşündüm de bir türlü karar veremedim.
Ne diyeceğimi bilemeyecek kadar şaşırdım, evet.  Kızdığım da doğru. Hem de sana kızamayacak kadar ‘çok’ kızdım. “o an”dan itibaren bana mesaj atan, elektronik posta gönderen, nasılsın diye soran herkese kin beslemeye başladım tuhaf bir şekilde. Bu durumdan herkesin payına bir kötülük düşmeli diye düşündüm. Herkes üzülmeliydi. . Sen hariç herkes üzülmeliydi belki ama sen değil… Hiç değil… Dünyadaki bu yanlışlığı yaratan sen değildin, biliyorum.”böyle gelmiş böyle gider” bir düzen vardı ve sen bu düzenin tüm pisliklerine karşı koyan bir kahramandın farkında olmasan da… İşte bundandı ısrarım,”git” deyişine rağmen kalmakta ısrarcı oluşum bu yüzdendi, çünkü adım gibi emindim, söylediğin gibi herhangi bir kırıklık yaratamazdın hayallerimde, sanıldığı gibi huysuz ve ukala da değildin zaten, biliyordum ben. Bana git deyişin bile üzülmemem içinmiş evet ama kalmakta ısrarcı oluşum da çok yerindeymiş, şimdi daha iyi anlıyorum .
“sağlıcakla kal…”  senin iki dudağının arasından çıkıp kulağımı adres tutan son cümleyse eğer bu, kalmak istemiyorum sağlıcakla falan…
Verdiğin söz gitmek üzerineyse tutmasaydın…
Özrün selam verdiğin içinse dilemeseydin keşke…
Kendinle kavga etmeyi bıraksaydın,  kendinle kavga etmeyi bıraktığın yerde ‘benimle’ kavgaya tutuşsaydın.  O zaman ‘gitme’ler  de ‘sağlıcakla kalma’lar da daha anlamlı olmaz mıydı hem?  Bu ‘mavi’nin, sandığın gibi denizler boyu huzur vermediğini aksine grinin en çirkin tonunu yaratan dumanla dolmuş isli ve puslu gök mavisini barındırdığını görseydin…  Üç kuruşluk oksijeni yalnız kendinin tükettiğini bilemedin mi?
İnan, kendine inanmıyorsan bana inan.  Yoksa yitip gider maviliğin kalan temiz kısmı da…
 Hem ben çok iyi biliyorum zaten, dünyadaki bu yanlışlığı yaratan sen değildin…  Hem de hiç değildin…
Yanlışlık mı? Sus! Bir yanlışlık yok!



1 Şubat 2011 Salı

okuntudan esinti

Okuduğun o cümle... Tercih edilmiş yalnızlık ve senin de tercih etmekten gurur duyduğun... Daha önce hiç böyle sıkıştırmış mıydı yüreğini? Bu denli yoğunlaşmış mıydı haykırış kalbinde? Kendi halinde biri olmak isterken, herkes tarafından fark edilmek için, yardım etsinler diye birden bayılıvermek istemiş miydin? Hatırlamıyorsun ya da hatırlamak istediğin, o anın yanında diğer tüm yaşantının önemsiz kalması mı? Kendini yanlış ifade etmenin verdiği sıkıntı, günlerce öncesinden sözleşilmiş saatte günlerce öncesinden sözleşilmiş yerde beklerken sözleştiğin kişinin gelmemesi, bu gelmeyişin barındırdığı anlam, anneyle yaşanan tartışma, gözyaşları... telefon rehberindeki yüz kişiden birini bile arayamamak, gidebileceğin hiç bir yer olmaması,kalabalığa karışamamak.. Her şey bu kadar üst üste geldiğinden mi bu his? Oysa bilerek, isteyerek sen seçmemiş miydin yalnızlığı? Hatta ardından gurur bile duymuştun kendinle, birilerinden bir şeyler bekleme hissini yok ettiğini sanarken... Oysa şimdi görüyorsun ki yok edemediğin aşikâr, yalnızlığı bile yaşamayı beceremediğin de...
Sarı kapaklı kitapta okumuştun o cümleyi: "sakın kimseye bir şey anlatmayın herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra..." ya sen? Kimseye bir şey anlattın mı? Galiba evet. Hatta aklın anlattığını anlamasın diye elinden geleni yaptın. Çünkü özlememek gerekiyordu. Sen elinden geleni yaptın diye aklın da anlamamış gibi yaptı fakat bugün bal gibi de anladığını gösterdi sana intikam alırcasına. Herkesi ve her şeyi birdenbire özleyerek...

çelişkilerle ikilemler,yanlışlarla doğrular,olmalarla olamamalar...

İçimden gelenleri yazmaya neresinden başlasam bilemiyorum. Hep iki çizgi arasında gibiyim. Hayatın akışına kapılıp gitmekle, bir adım geride durmak arasında. İnsanların samimiyetine güvenmekle korkmak arasında, İçimden geleni yapmak / söylemekle içime atmak arasında, sorgulamakla hiçbir şeye karışmamak arasında, doğru olmakla yanlışlarımla da olsa “ben” olmak arasında… Bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyorum. Kapattığımı sandığım sayfalarla, açtığım sayfalar arasında sıkışıp kalıyorum. Çoğu zaman ya bağıra çağıra ağlarken buluyorum kendimi ya da oturmuş kendimle dalga geçerken, kahkahalarla gülerken… Çözümü bile en uçlarda arıyorum. Zıtlıklar aynı anda barınıyor gövdemde, aklımda, kalbimde… İçimden gelen birilerinden bir şeyler bekleme isteğiyle mantığıma yatan “kimseden hiçbir şey beklemeyeceksin” cümlesinin peyda ettiği hisler yüzünden arada kalmışlık yaşıyorum. Ve bu “arada kalmışlık”ın getirdiği yorgunluk ilişiyor gönlüme.

Birilerine sorsam “sizce ben aklımı mı oynatıyorum?” diye, çare olur mu ki?

Aslında özgür yaşamaya uzağız çoğumuz. İstediğinde dışarı çıkabilmek, canının istediği her şeyi satın alabilmek, alkol ya da sigara kullanmak değildir özgürlük, reşit olmak ya da kimsenin karışmadığı bir hayatı yaşamak da değildir. Duyguları serbest bırakıp onlarla yüzleşebilmektir. Acıyı hapsetmekten vazgeçip, cesurca yaşayabilmektir. İçinden geçeni paylaşabilmektir. Söylemek istediğinde önüne çıkan hiçbir şeyin seni durduramayacağını bilmektir. Korkmamaktır. Hayal kurmaktır özgürlük. Ve hayalini kurduğun anda, hayalini kurduğun yerde olabilmektir, bedenle değilse bile ruhla. Hayalini kurduğun şekilde hissetmektir kendini. Aynı zamanda ütopik  düşünceleri bir kenara bırakıp hayalle gerçeğin ayırtına varabilmektir. Hayallerin de gerçek olabileceğini bilmek fakat yaşadığın dünyanın gerçekten ibaret olduğunu bilebilmektir ve en zoru da gerçek dünyada yaşarken hala hayal kurabilmektir.

İnsan hayal kurabildiği kadar yaşar ve gerçekten hissedebildiği, hissettiğini açığa vurabildiği kadar özgürdür. Kendiyle yüzleşebildiği kadar cesurdur. Bazen kimse anlamak istemez, kimsenin vakti yoktur dinlemeye. O anda bile kendinize inandığınız kadar var olabilirsiniz.

Ben mi? Ben özgür değilim. Çünkü ben olmasını istediğimle olması gereken arasında bocalayıp duruyorum. Özgürce gittiğimi sanarken duygularımın peşi sıra, var olduğunu hiç bilmediğim sınırlarıma tosluyorum. Cesaretim kırılıyor genelde, herkes gibi olmak fikri ağır basıyor. Çok açık işte, korkuyorum, deli diye değerlendirilmekten, saçma olmaktan korkuyorum. Saçmalama özgürlüğümü yitiriyorum böylece. Hayata, hayat gibi, yaşamak için değil de bir işmiş gibi yaklaşıyorum o andan sonra. Ne zaman nasıl davranılması gerekiyorsa ona uygun yaşamaya çalışıyor, herkes gibi olmayı becermeyi deniyorum işte. Bu arada kulaklarım kalbime çok, çok uzak tabii. İçimdeki ses mi? Onu duymamazlıktan geliyorum.
Fakat yine olmuyor. Bir şeyler yolunda gitmiyor. Ne kadar sürebilir bu herkes gibi olma çabası? On gün, on ay, on yıl… Ama bir yerde son buluyor mutlaka. Kendime uzak yaşamak yaramıyor bana…

Zor, yorucu… Kuzey kutbuna gidiyor, orada yaşıyorum, sonra dönüyorum güney kutbuna. Hayatın önce artı ucu tenimde, ardından eksi ucu, yok olmuyor. Zor ve çok yorucu…


yeniden baslat