Öksürüyordu adam. Oysa iki dudağının arasından çıkan nefesi
değildi yalnızca. Bir pisliği atmaya çalışıyordu öksürürken. Belki
günahlarından arınmaya çalışıyordu.
Gülümsüyordu kadın.
Hayatımda daha önce hiç görmemiştim böyle içten bir
gülümseme. ‘Seni affettim’ dercesine, daha önce isyan ettiği her şeyi mahzun
bir hüzünle kabullenircesine gülümsüyordu.
Adam ölümün sıradanlığına (eşitliğine) bir adım daha
yaklaştıkça kadın daha çok affediyordu sanki.
Etraflarındaki her şey, herkes bir ‘an’da takılıp kalmış,
donmuş şekilde duruyordu. Tırnaklarını yiyen incecik bir kız, sabahtan akşama
dedikodu eden bir grup kadın, yanındaki genç adamla ağır ağır tartışmakta olan
kelli felli İstanbul beyefendisi. Hepsi o ‘an’a takılı kalmışlardı.
Bir tek ben biliyordum olanları, bir tek ben
hissedebiliyordum ortalıkta dolaşıp duran duygusuzlukları. Fark etmiyordu artık
benim için insanların yaşamaları. Ya da gerçekten yaşamaları… Hayatlarının
tamamına bulaşmış bir pislik içinde boğuluşları.
Sigara içmekten elleri sararmış, bıyıkları tel tel olmuş
adamın öksürüğüyle dünyayı sonsuz sükûnetle kabullenen kadının tebessümü
arasındaki sessiz diyalog her şeyden daha samimi geliyordu artık bana. İki
insan vardı dünyamda ve iki duygu yalnızca.
Kabullenme ve arınma.